Zaman ağır ağır işleyen eski bir saat, günler hiç onmayan hasta bir ihtiyar gibiydi. Aynı sıkıntılı anlar, aynı meşgale… Her gün güneş doğar doğmaz bir memur titizliğinde mezarlığın yoluna girerdi. Sırtına yüklediği kitaplarla yirmi dakikalık yolu yürürdü. Yürürken dağlar, taşlar, ağaçlarla konuşur; cevapsız kalan suallerine rağmen evladını sorardı. Oğlunun altında oynadığı dallar, ayağında sektirdiği kaymak taşı, basamak basamak tırmandığı çam ağacı, kasvet veren bir suskunlukla karşılardı onu…
Kalem gibi sivri sivri dizilmiş, bembeyaz mermerlerle kaplı mezarlığın kapısını açtı, yaprağını yeni dökmeye başlamış küçük ıhlamur ağacının altında yatan kocasının yanına gitti. Toprağını temizledi. Temizlerken okşadığı toprakta, kocasının sırtı; oğlunun başı vardı sanki.
Mezarın kenarındaki çiçekleri de suladı. Sonra tezgâhını kurdu. Mezarlığın kitapçısıydı o. Srebrenitsa mezarlığının müdam satıcısı…