Bir varmış, bir yokmuş, kadim zamanda, kün çıkar tarafta bir harkulâde bala doğmuşu. O, yıl değil, aydan aya, ay değil günden güne, gün değil saatten saate gelişip tez zamanda büyümüş. Büyümüş ve Şair diye nam kazanmış.
Şair gülleri görse gül hakkında, bülbülü görse bülbül hakkında, iyiyi görse iyi hakkında,kötüyü görse kötü hakkında şiir yazarmış. Yazınca da çok yazar, çok yazınca da güzel yazarmış.
Şairin yaşadığı yurdun padişahı, başka bir padişahın kulu imiş. Şunun için başka yurdun padişahı, Şair’in yaşadığı yurdun da padişahı imiş. Bunu görüp hayrette kalan,aklı başından giden Şair, bu konuda da şiir yazmış, “Ey kudretli Tanrı, hani söyle, ne zamana kadar biz başka padişahın emrine boyun eğeceğiz, onun dilinde konuşup onun başka dili kabilesine secde edeceğiz?! Biz de öz yurdumuzu özümüz âbâd kılıp biri on, onu yüz, yüzü bin kılsak komşu kabileler gibi erkin ve bolluk içinde yaşasak!” dermiş şiirinde.
Bunu işiten Büyük Padişah, küçük padişahı çağırıp, “Sustur, şu zavallı Şairi!” diye buyruk vermiş.
Sözün kısası,Şair’i yakalayıp başını ezmek, gönlünü kırmak, başını ham bir meyve gibi zorla koparmak istemişler. Bütün ahali, Büyük Padişah meydanına toplanıp Şair’in başının uçurulmasını seyre dalmış.